Kadınlara Karşı Her Türlü Şiddetin Ayrımcılığın Önlenmesi İçin Ne Yapılmalı

Kadınlara Karşı Her Türlü Şiddetin Ayrımcılığın Önlenmesi İçin Ne Yapılmalı

Kadınlara Karşı Her Türlü Şiddetin Ayrımcılığın Önlenmesi İçin Ne Yapılmalı

Kadına yönelik şiddete karşı ilk olarak Viyana’da düzenlenen BM Dünya İnsan Hakları Konferansı insan hakkı ihlali olarak tanındı. Konferans, kadına yönelik şiddeti, kadınların fiziksel bütünlüğünü, bireysel özgürlüklerini ve temel haklarını tehdit eden davranışlar olarak tanımladı. BM tarafından düzenlenen Dünya Kadın Konferanslarıyla kadına yönelik şiddet konusu, uluslararası düzenlemelere konu edildi.

Bu anlamda en önemli düzenleme, 1981 yılında yürürlüğe giren BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi(CEDAW) olmuştur.

Sözleşme taraf devletlere, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın engellenmesi ve kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında gerekli önlemlerin alınması ve kadınların her türlü ayrıma karşı etkin korunmalarını sağlanması yükümlülüğünü getirmiştir. CEDAW 19 Sayılı Tavsiye Kararı’nda da kadına yönelik şiddet bir ayrımcılık olarak tanımlanmış ve devletlerin gerekli önlemleri almakla yükümlü olduğu yinelenmiştir.

Kadına yönelik şiddet eşitlik, kalkınma ve barış hedeflerinin önündeki en önemli engellerden biri olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

Kadına yönelik şiddetin uluslararası gündeme taşınması, dünyada 60’ların sonu 70’lerin başında yeniden ivme kazanan kadın hareketinin itici gücüyle gerçekleşmiştir. İkinci dalga olarak da adlandırılan kadın hareketi, kadınların kendi kişisel öznelik sorunlarının diğer toplumsal sorunlarla eşit öneme ve meşruiyete sahip olduğu, erkek egemenliğinin, kadınlara hükmetmenin toplumdaki baskının kökeni olduğu, kişisel olanın politik olduğu ve erkek egemenliğinin kadınları baskı altına almanın kökeninde yer aldığı önermeleri ile özel alanın sınırları içinde görünmez kılınan kadına yönelik şiddetin boyutlarının ortaya çıkarılmasını ve toplumsal bağlamının kurulmasını sağlamışlardır.

Kadına yönelik şiddet, kadın erkek arasındaki eşitsiz güç ilişkisinden kaynaklanan toplumsal bir sorundur. Bu bağlamda evlilik kurumu, kadınları baskı altına almanın bir aracı olarak sorgulanmış ve kadına yönelik aile içi şiddetin evin alanının dışına çıkarılması sağlanmıştır. Evin dışında güvenli bir yer ihtiyacı, kadın sığınmaevlerini şiddetle mücadelenin etkili bir aracı olarak ortaya çıkarmıştır. Şiddetten uzakta güvenli bir ortam sağlayan kadın sığınmaevleri, kadınların çaresizlik ve yalıtılmışlık duygusundan kurtularak güçlenmesi ve erkeği üstün konumlandıran toplumsal yargı, tutum ve davranışların dönüştürülmesi amaçlarını taşımaktadır.

Dünyadaki ilk kadın sığınmaevi olan Chiswick Kadın Dayanışma Merkezi, 1972’de İngiltere’de açılmıştır. Kadınlar arası dayanışmanın etkisiyle, diğer sığınmaevlerinin İngiltere genelinde açılmasını takiben; Avrupa, ABD, Kanada ve Avustralya’da da sığınmaevleri kısa sürede açılmaya başlamıştır.

Türkiye’de ise 1980’lerle birlikte yükselişe geçen kadın hareketi, mücadelesinin odağına kadına yönelik aile içi şiddeti koymuş ve aile içi şiddetin kutsal aile birliğinin mahremiyeti dışına çıkarak kamusal görünürlük kazanmasını sağlamıştır.

Bu dönemin en önemli kazanımı, 1990’larla birlikte kurumsallaşma sürecinin başlaması ve kadın sığınmaevlerinin açılması olmuştur. Bağımsız kadın kuruluşlarının sığınmaevi mücadelesi resmi düzeyde de sonuç vermiş ve 1991’de Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesinde kadın konukevleri açılmaya başlanmıştır.

2008 yılında KSGM tarafında yürütülen “Türkiye’de Kadına Yönelik Aile içi Şiddet Araştırması sonuçlarına göre, yaşamının herhangi bir döneminde, eşi veya birlikte olduğu kişi(ler) tarafından fiziksel şiddete maruz kalan kadınların oranı yüzde 39’dur. Araştırmaya sonuçları, fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalan kadınların yüzde 49’unun, yaşadıkları şiddeti kimseye anlatmadıklarını göstermiştir. Bu alandaki araştırmalar, aile içi şiddetin hem çok yaygın hem de süreklilik gösterebildiğini ortaya koymuştur. Buna karşın eşlerinden ya da birlikte oldukları kişilerden şiddet gören kadınların neredeyse yarısı bu durumu kimseyle paylaşmamakta, ailenin bütünlüğü ve mahremiyetine ilişkin toplumsal yargı ve tutumlar nedeniyle kadınlar, şiddet ortamında yaşamak zorunda kalmaktadır.

Kadına yönelik şiddetle mücadelede sığınmaevleri, şiddetten uzak güvenli bir ortam sağlamanın ötesinde işlevler yüklenmiştir. Şiddete maruz kalan kadınların içinde bulundukları çaresizlikten kurtulmaları ve kendilerine yeni bir hayat kurmalarında gereksinim duydukları özgüveni ve gücü vermek sığınmaevlerinin temel amacı olmalıdır. Kadına yönelik şiddetinin kaynağı erkek egemenliğine dayalı eşitsiz güç ilişkisi iken, sığınmaevleri denetimin olmadığı bir ortam sağlamalıdır. Koca denetiminin yerini kurumsal denetim almamalıdır.

Toplumsal değişimin sağlanması ve kadınların güçlendirilmesi amacı, şiddeti besleyen tüm ayrımcı ve eşitsiz yapılanmaların dönüşümünün sağlanması nihai hedefi ile doğrudan ilişkilidir. Kadınların maddi ve manevi varlığını geliştirmelerinin ve kadın erkek eşitliğinin sağlanmasının önündeki en büyük engel olarak kadına yönelik şiddetin önlenmesi bu bağlamda devletin sorumluluğundadır.

Belediyeler Kanununa göre büyükşehir belediyeleri ve nüfusu 50 bini geçen belediyeler sığınmaevi açmakla yükümlüdür. Buna karşılık, belediyelerin çok azı bu yükümlülüğü yerine getirmiştir. Uluslararası belgeler, hem merkezi idareye hem de yerel idarelere kadına yönelik şiddetle mücadele bağlamında sığınmaevi açma ve sığınmaevi açan kadın kuruluşlarını destekleme sorumluluğunu yüklemiştir.

Sığınmaevlerinin sayısı uluslararası standartların çok altındadır. Kamu kaynaklarının sığınmaevlerinin finansmanına aktarılması konusunda yeterli düzenlemeler yapılmamakta, ilgili düzenlemeler ise uygulanmamaktadır. Sığınmaevi açma girişimde bulunan kadın kuruluşları, ilk örneklerinden bugüne kadar, kaynak sıkıntısıyla hizmetlerini kesmek durumunda kalmışlardır.

Sığınmaevlerinin sayıca az olması ve sürekliliğin sağlanamamasında, merkezi idarenin bütçeden yeterli kaynağı ayırmaması önemli sorunlardan biridir. Yerel yönetimler düzeyinde de yeterli kaynak ayrımı yapılmamaktadır. Merkezi idarenin yasal bir zorunluluk olarak yeterli finansman kaynağını ayırması, merkezi ve yerel bütçelerde ayrı bir kalem olarak sığınmaevlerine kaynak tahsisinin belirtilmesi gerekmektedir. Mevcut mevzuatın kadın kuruluşlarının taleplerini karşılayacak şekilde gözden geçirilmesi, bürokratik engellerin kaldırılması, kadın kuruluşları tarafından açılan sığınmaevlerinin sürekliliklerinin, bağımsızlıklarının ve finansmanının yasalarla güvence altına alınması gerekmektedir. SHÇEK’e bağlı olanlar da dahil olmak üzere kadın sığınmaevlerinin denetimi, devlet yetkilileri ile kadın kuruluşlarının temsilcilerinin katılımıyla oluşturulacak bağımsız bir kurul tarafından yapılmalıdır.

Dünya örneklerinde, yaygın olarak, finansmanın devlet tarafından sağlandığı, bağımsız kadın grupları tarafından iç işleyişlerine müdahale olmaksızın işletildiği bir sığınmaevi modeli (yarı-bağımsız) benimsenmiştir. Buna karşılık devlet hizmet kalitesi ve standartlara uygunluğu denetlemektedir. Türkiye’de ise uluslararası düzenlemelerden kaynaklanan yükümlülüklere göre devletin mali desteği zorunlu olmakla birlikte, sistematik olarak uygulamaya geçmiş bir yapı oluşmamıştır.

Türkiye örneğinde bu modelin işlerlik kazanması, uluslararası anlaşmalardan ve ulusal düzenlemelerden kaynaklanan yükümlülüklerin yerine getirilmesi ve ilgili yasal düzenlemelerin uygulamaya konmasıyla mümkün olabilir. Hükümetler, hiçbir çekince koymaksızın uluslararası düzenlemeleri onaylamakta, fakat uygulama iradesi göstermemektedir. Kadın hareketi, 80’lerden bugüne kadına yönelik şiddet konusunu hep gündemde tutmuş ve ciddi parasal sıkıntılara rağmen yılmadan sığınmaevi hizmeti vermeye yönelik girişimlerde bulunmuştur, bulunmaktadır. Dünyada ve Türkiye’de bugün gelinen nokta, kadın hareketinin mücadeleleri sonucu elde edilen kazanımlarla şekillenmiştir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir